Hayatın Anlamı

Özgür Deveci tarafından yazıldı · 23 Kasım 2020

"Hayatın anlamı var mı? Var oluşumuzun bir sebebi var mı? Bu sorunun cevabını aramak, bizi yaşıyor olmanın ne demek olduğu ile yüzleştiriyor. Düşünmek, yaşamak, gerçekliğin sınırlarına kadar. Şimdi gelin, hep birlikte hayatın anlamına daha yakından bakalım."

Biz insanlar meraklı canlılarız. Sürekli merak eder, bazı cevaplar ararız. Peki bu soruların en büyüğüne cevap verebiliyor muyuz? Hayatın bir anlamı var mı? İlk başta bunun, felsefik bir soru olduğunu düşünebilirsiniz. Ama bence, felsefe artık anlamını kaybetti. Anahtar artık bilimin elinde. Bilim, anlamını kavradığımızdan bu yana her şeyi değiştirdi. Sadece etrafımızdaki dünyayı değil, bizi de değiştirdi. Bu keşiflerin büyüklüğünü görmezden gelemeyiz. İlk olarak, genel inanışlarımızı terk etmeye zorladılar. İnsanoğluna açık ve objektif gözle baktığımızda, gördüğümüz şey oldukça sıra dışı bir tür olduğudur. Yaşamayı ve hayatın tadını çıkarmayı severiz. Bazen kuralları çiğner, bazen de kötü davranışlar sergileriz. Hepimizin umutları, hayalleri ve yaşama arzuları var. Ama hayatın anlamını bulacaksak bilmemiz gereken ilk şey, tüm bunların aslında fizikten başka bir şey olmadığıdır. Gözlerinizi açıp baktığınızda evrenin doğa kanunlarına göre işlediğini görürsünüz. Buna kütle çekim kanununu örnek verebiliriz. Doğa kanunları her şeyi kontrol eder. Atomun işleyişinden, galaksilerin çarpışmasına kadar. 100 milyar galaksiden birinin dış kısmındaki sıradan bir yıldızın yörüngesindeki, küçük bir gezegen üzerinde yaşayan, gelişmiş bir primat ırkının bu kurala istisna olması için bir neden göremiyorum. Hepimiz aynı elementlerden meydana geliyoruz. Asıl konu, insanın aslında ne olduğunu izah edebilmektir. Biz, küçük ve önemsiz varlıklar olarak bizi meydana getiren bu harika evrenle bir ilişki içerisindeyiz. O halde hayatın bir anlamı olup olmadığını da anlayabiliriz. Hatta belki de o anlamın ne olduğunu.

Blog single
Düşünüyorum, öyleyse varım

Bu noktada kayda değer ilk atılımı yapan kişi, hepimizin yakından tanıdığı René Descartes adında bir adamdı. Descartes'i, modern felsefenin babası olarak biliyor olabilirsiniz. Ama ben onu, bilimin öncülerinden biri olarak görüyorum. Fransız filozof ve matematikçi, insanın vücut ve akıl olmak üzere iki farklı bileşenden yaratıldığını öne sürdü. Hatta insan vücudunun detaylı anatomik çizimlerini yaptı. Descartes, insanı karmaşık bir biyolojik makine olarak görüyordu. Fakat, akıl farklıydı. Bunu basit bir düşünsel deney ile ispatlamak istedi. Fiziksel bir vücudu olmadığını hayal etmeye çalıştı. Kendisini bir ruh gibi zihninde canlandırmak istedi. Bunu yapmak çok kolaydı. Gerçi biraz tuhaf olsa da. Ardından, bir aklı olmadığını hayal etmeye çalıştı. Ama başaramadı. Nihayetinde, bir aklınız olmadan nasıl hayal edebilirsiniz ki? Bunu hepimizin bildiği şu sözlerle özetledi: "Düşünüyorum, öyleyse varım." Sonrasında insan vücudunun ve aklının, temelde iki farklı bileşenden oluştuğunu öne sürdü. Nasıl bağlantı kurduklarını ortaya çıkarmak, hayatın anlamına bilimsel bir temel bulma yolunda bir sonraki adımımızı oluşturdu. Descartes, zamanın çok ötesindeydi. Öyle ki 1600'lü yıllarda aklın, vücuda epifiz bezi ile bağlandığını ve omuriliğin tepesinde yer alan ufak bir lob olduğunu söyledi. Tamamen haklı olmasa da oldukça yaklaştığını söyleyebiliriz.

Blog single

Artık biliyoruz ki bilinç, beynin bütününden meydana geliyor. Burada muazzam karmaşık yapıda bir organdan bahsediyoruz. İnsan beyni, hayal edebildiğinizden çok daha karmaşık bir yapıdadır. Zaten öyle olmasaydı hiçbir şey düşünemezdiniz. Beynimiz, galaksimizdeki yıldız sayısından daha fazla nöron barındırıyor. Bu hücreler birbirleriyle eşleşerek, trilyonlarca bağlantı meydana getiriyor. Bilinen evrendeki galaksi sayısından bile fazla. Beyin üzerinde yapılan çalışmaların Nörobilim alanında olduğunu düşünebilirsiniz. Ancak beyin, elektromanyetik kuvvet gibi temel kuvvetler tarafından yönetildiği için aslında tamamen fiziktir. Bir bilim insanı olarak, insan aklını evrenin en harika yapılarından biri olarak görüyorum. Aklımızın evreni ne şekilde algıladığı, bizi hayatın anlamına götürecek. Sizce akıl, doğa kanunlarının konusu mudur? Bunu ilk merak edenler Antik Yunanlılardı. Bu öylesine aykırı bir fikirdi ki, neredeyse 20. yüzyıla kadar sümen altı edildi. Eğer sadece biyolojik bir mekanizmaysak, belki hayatın bir anlamı yoktur. Belki de hiçbir şeyin anlamı yoktur. Ama biz yine de o kadar ön yargılı olmayalım. Sizinle bir senaryo oluşturalım. Po Nehri'nde iki arkadaş güzel bir gün geçiriyor olsun. Vücutları ve beyinleri tarafından kontrol edilen bu kişiler, birbirleriyle etkileşebilsinler. Birbirlerine ve çevrelerine değer versinler. Hatta enstrüman çalsınlar ya da âşık olsunlar. Onların dünyası anlamsız değil. Tam tersine, onlar için hayatın bir anlamı var. Küçük bir tebessüm bile anlam yüklü olabilir. Hatta o kadar ki, hayatı akışına bırakmak oldukça kolay olur. O zaman anlamın nerede olduğunu aramak, bilimin bir konusudur. Bu, neden bir bilincimiz olduğunu aramaya kadar giden bir süreçtir.

Evrim teorisi

Sizi bilimin en büyük teorilerinden birisiyle tanıştırmak istiyorum. Artık biliyoruz ki dünyamızdaki tüm yaşam, aminoasit denilen proteinlerin temel yapı taşlarından evrildi. Bu moleküller, yaşayan ilk basit canlıları oluşturmak için rastgele bir araya geldi. Milyarlarca yıl boyunca bu yaşam formları, daha sofistike bir hale geldi. Ardından kompleks, çok hücreli ve bir beyne sahip hayvanlar ortaya çıktı. Kompleks hayvanlar beyne ihtiyaç duyarlar. Çünkü yüksek miktarda bilgiyi işleyebilmeli, çevresindeki dünyaya tepki verebilmeli ve plan yapabilmelidirler. Bir hayvan çevresinin ne kadar farkında olursa, o kadar başarılı olur. Bu süreçte farkındalık o kadar sofistike hale geldi ki, bir hayvan kendi kendini fark etmeye başladı. İşte o hayvan, bizleriz. Kendinden haberdar olan hayvanlarız. Evrimin, bilinç sahibi yaptığı hayvanlarız. Peki bu nasıl mümkün oluyor? Nasıl oluyor da biyolojik bir yapı düşünme yetisine sahip oluyor? Hissetme ve nesnelere anlam yükleme yetisine. Bunlar cevaplanması kolay sorular değil. Ama bilincin nasıl ortaya çıkabileceğine dair bazı teoriler var.

Blog single

1970'lerde John Conway adındaki bir matematikçi, hiç beklemediği bir keşfe imza attı. Conway, İngiltere'nin Cambridge şehrinde Hayat Oyunu adını verdiği basit bir simülasyon geliştirdi. Bu simülasyon, akıl gibi karmaşık bir yapının birkaç basit kural ile nasıl ortaya çıkabileceğini gösteriyordu. Simülasyon, karolardan oluşuyordu. Bir nevi satranç tahtası gibi düşünebilirsiniz. Her yönde sonsuza dek uzanan bir tahta hayal edin. Tahtadaki bir karo, yeşil yanarsa canlı demektir. Ancak karo sönerse, ölü demektir. Bir karonun canlı ya da ölü olması, onu çevreleyen diğer 8 karoda olan bitene bağlıdır. Eğer canlı bir karonun etrafında canlı başka bir karo yoksa, kurallar onun yalnızlıktan öleceğini söyler. Eğer canlı bir karo, üçten fazla canlı karo ile çevriliyse, o karonun da kalabalıktan öleceğini söyler. Ancak ölü bir karo, 3 canlı karo ile çevrelenmişse hayat ortaya çıkar. Simülasyonu çalıştırdığınızda, kurallar gelecekte ne olacağını belirler. Conway, ortaya çıkan sonuç karşısında çok şaşırmıştır. Simülasyon ilerledikçe, karolar kendi kendine oluşmaya ve kaybolmaya başlar. Karo kümeleri, tahta üzerinde hareket etmeye ve birbirlerine çarpmaya başlar. Tahtada etkileşim halinde olan birçok tür vardır. Hatta bazıları üremektedir. Tıpkı dünyamızda olduğu gibi. Bu kompleks varlıkların hareket etme ya da üreme gibi yetenekleri yoktur. Basit kurallar sonucunda oluşur. Öyle görünüyor ki, Hayat Oyunu gibi birkaç basit kural içeren bir simülasyonun bile karmaşık özellikler ortaya çıkarması mümkündür. Hatta belki zekâyı bile. Bunun için belki milyarlarca karo gerekebilir, ama şaşırmamak gerek. Ortalama bir insan beyninde yüz milyar hücre bulunuyor. Sanırım insan aklı ve çıkardığı anlam çok basit kurallarla işleyen, büyük ve karmaşık bir sistemden bugüne geldi. Yani, Descartes haklıydı. Vücut ve akıl birbirinden farklıdır. Aslında vücut ve beyin, fiziksel birer maddedir. Akıl, bunun sürekli değişen halinin bir ürünüdür. Vücutlarımız bir donanımsa, akıllarımız da yazılımdır. Fakat bu durum, özgür irade problemini ortaya çıkarıyor.

Özgür irade

Henüz 20'li yaşlarıma gelmemişken, Tıp okumayı çok istemiştim. Ama ben onun yerine Kimya okumayı tercih ettim. Geriye dönüp baktığımda bundan dolayı çok memnunum. Çünkü işler yolunda gitti. Öyleyse doğru seçimi yaptığımı söyleyebilirim. Peki, bu seçimi ben mi yaptım? Belki de özgür irade konusunda kendimi kandırdım. Eğer beynim, doğa kanunları tarafından yönetiliyorsa belki de seçtiğim yol önceden belirlenmişti. Bilim insanları tarafından yapılan bir keşfe göre, hayatta verdiğimiz kararlar birçok unsur tarafından etkilenebiliyor. Bunu daha kolay anlamak için kendimizi bir beyin ameliyatında hayal edelim. Nörolojik bozuklukların tedavisinde, beyin açığa çıkarılır ve elektrik sondaları ile bazı uyarılar gönderilir. Ayağınızı, elinizi ya da yüzünüzü hareket ettirme isteği beynin doğru yerini uyararak yapay olarak tetiklenebilir. Bunun için gerekli olan tek şey, doğru noktaya uygulanmış 3,5 voltluk bir enerjidir. Burada seçimlerinizi özgür iradenizle yaptığınızı sanabilirsiniz. Aslında sizi yöneten bir cerrahi hekimdir. O halde ileri teknoloji sayesinde insanoğlu, bir başkasının düşüncelerini kontrol edebilir. Belki de birbirini tanımayan iki insanın âşık olmasını sağlayabilir. Kendisi, özgür iradeyle hareket ettiğini zannedecektir. Ama gerçekte olan bunun tam tersidir. Olan biten her şey, beyindeki fizikten ibarettir. Pek çok insan için bu düşünce, korkunç gelebilir. Bizi, insanlığımızı inkâr etmekle ve makineye çevirmekle kalmaz, kontrol edilebilen biyolojik makineler yapar. Özellikle de kötü amaçlar için. Yani, Kimya ile Tıp arasında karar verirken bir seçeneğim yoktu. Belki de fizik kanunları, kariyerimi çok daha önceden belirlemişti. Ne dersiniz? Aslında pek de öyle sayılmaz. Öngörülebilirlik, her zaman doğa kanunlarının bir sonucu olmayabilir. Bir zarın hareketini öngörmek zordur. Bu, tamamen fiziktir. Bunu bir de daha karmaşık bir sisteme ölçekleyin. O zaman öngörülebilirlik, imkânsız hale gelir. Böyle bir sistemi görmek istiyorsanız, etrafınıza bakmanız yeterli.

Blog single

Evimizin bahçesinde bir barbekü partisi hayal edelim. Partiye arkadaşlarımızı çağırmadan önce, güneşli bir gün olacağından emin olsak hiç fena olmaz. Güzel bir günü tahmin etmek mevcut teknolojimizle basit olmalı. Zira, atmosferin fırtına oluşturmak için ısıya ve basınca nasıl tepki verdiğini iyi biliyoruz. Ama detayları ne kadar iyi hesaplasak bile, havanın nasıl olacağını kesin olarak bilemeyiz. Zaten o nedenle, hava tahminleri yapıyoruz. Bütün değişkenleri hesaba katmadan basit modeller kullanıyoruz. Ama küçük değişkenlerin, bazen büyük sonuçları olabiliyor. Amazon ormanlarındaki bir kelebek kanadını biraz sert çırpsa, barbekü partimiz mahvolabilir. Bu çok karmaşık bir sistem. Bence, beyinlerimiz de öyle. Tıpkı dünyamızın atmosferi gibi. Fizik kanunları tarafından yönetilmesine rağmen, kesin olarak bazı şeyleri öngöremiyoruz. Akıl, kafamızın içindeki hava durumu gibidir. Özgür irade ise, bu karmaşık sistemde bir seçimle karşılaştığında oluşan süreçtir. Bunu daha basit bir ifadeyle açıklamak istiyorum. Gece susayıp uyandığınızı düşünün. Tabii, insan aklı konusunda haklı olduğumu varsayalım. Beyniniz, doğa yasalarına göre çalışıyor. O halde özgür iradeniz tam olarak nerede işliyor? Hadi, ona bir seçenek sunalım. Portakal suyu mu, yoksa vişne suyu mu susuzluğunuzu giderir? Vişne suyunu kokladığınızda, beyninizde bir nöron fırtınası yaşanıyor ve anılarınızı hatırlıyorsunuz. Bir vişne bahçesindeki özel bir anı hatırlıyor ve kararınızı o yönde veriyorsunuz. Öyleyse seçiminiz şaşırtıcı değil. Bir karar vermek zorundaydınız ve verdiniz. Bu, tam olarak özgür irade dediğimiz şey. Ama hala bir fizik konusu. Küçük yaşlarımdan itibaren bir bilim insanı olmayı seçtim. Bugün hissediyorum ki, bu kararı özgür irademle verdim. Çünkü özgür irade, bir durum karşısında karar verirken meydana gelen karmaşık fizik yasalarından oluşur. Eğer seçimlerimiz fizik yasaları tarafından kontrol ediliyorsa bu, kendimizi kandırdığımız ve hayatın bir anlamı olmadığı manasına gelmiyor mu? Cevabı bulmak için, daha da derinlere inmek ve gerçekliğin doğasını sorgulamamız gerekiyor.

Gerçeklik

Hepimiz, gerçekliğin ne olduğu hakkında benzer düşüncelere sahibiz. Dünya, bizden bağımsız olarak dönüyor. Gerçekte orada olan ve gerçek olan şeylerle dolu bir dünya. Ama bilim, bu temel sanıya bir çözüm buluyor. Bu da bizi hayatın anlamına götürecek. Küçük bir kız çocuğu hayal edin. İtalya'nın Roma şehrinde kalabalık bir alanda yürüyüşe çıkmış olsun. Onun gerçekliği ses, renk, tat ve koku bileşiminden meydana geliyor. Hepsi, duyu organları tarafından beynine sağladığı bilgilere dayalı. Aklımızı, daha önce beynin içerisindeki hava durumuna benzetmiştik. Fizik yasalarının hükmettiği ve öngörülemez olduğu anda gerçekliğin kendisi de çökmeye başlıyor. Benim gerçekliğim, sizinkinden farklıdır. Ya da akvaryumdaki bir balığın. Onun gerçekliği, oval kavanoz tarafından bükülmüştür. Her şey yamuk ve kıvrımlı bir haldedir. Roma'da balıkları böyle bükülmüş gerçeklikte tutmanın yanlış olduğunu düşünmüşler ve oval kavanozları gerçekten de yasaklamışlar. Bir bilim insanı olarak söylüyorum ki, bence böyle bir yasa anlamsızdır. Çünkü bu balığın görüşünün bizimkiyle aynı olmaması, onun bükülmüş gerçeklikte yaşadığı anlamına gelmez. Bu balığın çok zeki bir canlı olduğunu düşünelim. Onun dünyayı görüşü bizimkinden farklı olsa da doğa kanunlarının yine de bunu çözmesi gerekir. Bükülmüş perspektifin matematiksel hesaplaması biraz daha karmaşık olacaktır. Ancak fizik yasaları yine aynı olacaktır. Eğer bu balık, çevresinde olup bitenleri hızlı çözebilirse doğru noktayı ve anı hesaplayıp kavanozdan kaçacaktır. Sanmıyorum ki, bir gerçeklik bir diğerinden daha geçerli olsun. Bu demek oluyor ki, gerçeklik organizmanın kendi zihnindedir.

Blog single

Düşündüğümüzde, bizim görünüşümüz bile mükemmel olmaktan çok uzak. Örneğin insan gözü, etrafındaki dünyayı görmekte oldukça başarılı gibi görünebilir. Aslında pek de iyi değildir. Gözlerimiz, sadece küçük bir alanı yüksek çözünürlükte görebilir. Bu tam olarak kolunuzu uzattığınızda, baş parmağınız genişliğinde bir alana tekabül ediyor. Gözlerimiz, optik sinirler aracılığıyla beynimize elektrik sinyalleri gönderiyor. Bu sinirlerin gözlere bağlandığı bölge ise, iki adet kör noktamız olduğu anlamına geliyor. Ancak dünyayı iki kör noktası olan, bulanık bir şekilde algılamıyoruz. Beynimiz, boşlukları dolduruyor. Gözlerden gelen sinyalleri, dış dünyanın üç boyutlu modeline çeviriyor. İşte bu modeller, aslında hepimizin gerçeklik dediği şeyi oluşturuyor. Peki bu düşünce, bizi nasıl hayatın anlamına götürecek? Bu, kulağa kötü bir şeymiş gibi gelebilir. Eğer gerçekliğin kendisi farklı beyinlerdeki modellerse hayatın anlamı, bunun neresinde olabilir. Hatta dahası, belki gerçek bir gerçeklik bile yoktur. Gerçeklik kavramından şüphe etmek zordur. Ama bence hayatın anlamını bulmak için, bu soruya yanıt vermeliyiz. Sizce bağımsız bir gerçeklik var mıdır?

Simülasyon teorisi

Bunu daha kolay anlamak için bilim kurgu filminden bir senaryo hayal edelim. Çevrenizdeki dünya, aslında bilinmeyen üstün bir zekânın detaylı bir ürününden başka bir şey değil. Dev bir süper bilgisayar, tüm duyularınıza hükmediyor. Ne gördüğünüzden, ne kokladığınıza, ne duyduğunuza ve neye dokunduğunuza kadar. Ne duyu organlarınız var, ne de vücudunuz. Hayal edin! Sadece kavanozlarda yaşayan birer beyinsiniz. Kulağa tuhaf gelebilir. Ama simülasyon teorisi, gerçek bir bilimsel hipotezdir. Sandığımızın aksine algıladığımız tüm gerçeklikler, eski ve süper güçlü bir bilgisayar tarafından bize aktarılıyor. Simülasyon o kadar mükemmel çalışıyor ki, onu günlük hayatımızda fark etmiyoruz bile. Ama size şunu söyleyebilirim. Ne fark eder ki? Descartes’in söylediği gibi. Düşünüyoruz, öyleyse varız. Yiyeceğimiz pizza, bir bilgisayar kodundan başka bir şey olmayabilir. Ama onu yeme isteğimiz, kendi özgür irademizden başka bir şey değildir. Akıllarımız yine de vardır. Bir simülasyon içerisinde yaşasak bile. O halde, gerçekliğin doğasından şüphe etmenin de bir faydası yoktur. Bilebileceklerimizin bir limiti olduğunu kabullenmek, daha mantıklıdır. Örneğin, bir masa hayal edin. Odanızdan çıkıp gittiğinizde, onun hala var olduğundan nasıl emin olabilirsiniz? Sandığınızın aksine, masanız pencereden dışarı çıkmış olabilir. Hatta Uluslararası Uzay İstasyonu’nu ziyaret edebilir. Belki de yıldızlar arası yolculuk yapıyordur. Tüm bunlar, siz odaya girmeden önce olur. Tabii ki de böyle bir senaryonun oluşması pek mümkün değil. Ancak inkâr edemeyiz. Masanın, biz yokken orada olduğunu düşünmek çok daha kolay olacaktır. Bu, gerçeklik için en uygun modelimizdir. Aslında bilimde yaptığımız şeyler tam olarak böyledir. Evrenin nasıl işlediğine dair inandığımız en uygun modelleri oluştururuz.

Blog single

Antik Yunanlılar, bu tip bilimsel modelleri oluşturan ilk insanlardı. Dünyanın, evrenin merkezinde ve hareketsiz bir şekilde duran büyük bir küre olduğuna inandılar. Ama sonrasında Copernicus ve Galileo gibi öncü bilim insanları, aynı gözlemleri tanımlayan çok daha basit ve devrim niteliğinde bir model oluşturdular. Onlar, dünyanın hem kendi ekseninde hem de Güneş'in etrafında döndüğünü öne sürdüler. Diğer tüm gezegenlerle birlikte. Ama hiçbiri için kesinlikle doğru diyemeyiz. Çünkü onlar, diğer modeller gibi sadece kafamızda algıladığımız gerçekliğe en uygun modellerdir. Aslında fizikçiler, durmadan daha da sofistike modeller oluşturmaya devam ediyorlar ve bu modellerin doğruluğunu ispatlamak imkânsızdır. Bunun güzel bir örneği daha önce 1960'larda yaşandı. Fizikçilerin, kuark adını verdiği küçük madde parçacıklarına dair teori geliştirdikleri sırada. Kuarkların, proton adındaki atom altı parçacıkların yapı taşları olduğuna inanılıyor. Teori ya da modelin söylediğine göre kuarklar, onları ayırmaya çalıştığınızda daha güçlü bir şekilde bir araya geliyorlar. Sanki küçük lastiklerle birbirlerine bağlanmışlar gibi. Bu teori aynı zamanda, hiçbir zaman tek ve izole bir kuarkı göremezsiniz diyor. İlk başta bazı bilim insanları bu duruma şüpheyle yaklaştı. Eğer bir şey görülemez olarak tanımlanmışsa, var olduğunu nasıl söyleyebilirsiniz? Kuarklar gerçektir demek, doğru mudur? İsviçre'nin Cenevre şehrindeki CERN gibi devasa parçacık hızlandırıcılarda bilim insanları, kuark ve diğer atom altı parçacıklar üzerinde çalışıyorlar. Protonları inanılmaz hızlarda çarpıştırarak doğadaki en küçük parçacıkların davranışlarını gözlemliyorlar. Bugüne kadar doğrudan kuarkları gözlemleyemedik. Ancak kuark modelinin öngördüğü parçacık davranışları hakkında bazı kanıtlar elde ettik. Peki, kuarklar gerçekten var mı? Cevap şu ki, ancak çalışan bir model oldukları sürece varlar. Şu an için sadece bunu söyleyebilirim. Buna, modele bağlı gerçeklik kavramı deniliyor ve sanırım bizi doğruca hayatın anlamına götürecek.

Son sözler

Bence, bilim bize oldukça önemli bir şey öğretti. Biz insanlar, çok karmaşık biyolojik makineleriz. Doğanın kanunlarına göre hareket ediyoruz. Beyinlerimiz, etkileşen nöronların olağanüstü ağı ile bilinçli akıllar yaratıyor ve bunu sürdürüyor. Bilinç ise, dış dünyanın üç boyutlu modelini oluşturuyor. Buna da gerçeklik diye adlandırdığımız en uygun model diyoruz. Gerçeklik, günlük hayatta gördüklerimizden çok daha fazlası. Teleskoplar sayesinde duyularımızın menzili artık çok arttı. Uzayın derinliklerini görmemizi ve her zamankinden daha büyük modeller oluşturmamızı sağladı. Evrende daha uzakları gözlemledikçe gerçekliğimiz büyümeye devam ediyor. Bir zamanlar, gökyüzünde delikler görürken, artık onlara uzak yıldızlar diyoruz. Tıpkı bizim güneşimiz gibi. Çoğunun kendi gezegenleri ve uyduları bile var. Sonra milyarlarca yıldıza ev sahipliği yapan uzak galaksileri keşfettik. Zamanda geriye doğru gittik. Ta ki evrenin doğumuna kadar. Evrenin 13,7 milyar yıllık tarihi zihnimizde bir model olarak oluşuyor.

Blog single

Peki, hayatın anlamı var mı? Yanıt bence çok açık. Anlamın kendisi de. Her birimizin kendi beyninde kurduğu gerçeklik modelinin bir parçası. Bir anne ve çocuğunu hayal edin. Her ikisi de kendi gerçeklik dünyalarını kurmuşlar. Çocuk, çevresinin detaylı bir zihinsel modelini oluşturabiliyor. Beşinci katta olduğu gerçeğini tam anlayamamış olsa da. Annenin gerçekliği de kendi aklında yaratılıyor ve onun çocuğuna duyduğu sevgi, elinde tuttuğu akıllı telefon kadar gerçek. Beyin, sadece algıladığımız gerçeklikten değil aynı zamanda duygularımız ve anlamlarımızdan da sorumlu. Sevgi ve onur. Doğru ve yanlış. Hepsi aklımızda yarattığımız evrenin birer parçası. Tıpkı daha önce örneğini verdiğimiz masa gibi. Şunu unutmamak gerek. Beyinlerimiz, fizik kurallarına göre işleyen parçacıklardan oluşuyor. Sadece gerçekliği algılamakla kalmıyor, bir de ona anlam yüklüyor. Hayatın anlamı, siz ne olmasını isterseniz odur. Şahsen ben, her birimizin evrene bir anlam kattığını düşünüyorum. Bizler, kozmolog Carl Sagan'ın da söylediği gibi kendisini inceleyen evreniz. Hayatın anlamı, sadece insan aklının sınırları içinde var olabiliyor ve bu yüzden anlam dışarıda bir yerlerde değil. İki kulağımızın arasında. Bizi de pek çok yönden yaratılışın efendileri yapıyor.

Makalemi buraya kadar okuyan herkese çok teşekkür ediyorum ve yazımı çok sevdiğim kuramsal fizikçi ve kozmolog Lawrence Krauss'un sözleriyle sonlandırıyorum.

"Vücudunuzdaki her bir atom patlamış olan yıldızlardan geldi ve muhtemelen sol elinizdeki atomların geldiği yıldız, sağ elinizdekilerin geldiği yıldızdan farklı. Bu gerçekten fizik hakkında bildiğim en şiirsel şey. Hepiniz yıldız tozusunuz. Yıldızlar patlamasaydı burada olamazdınız. Çünkü karbon, oksijen, azot, demir; evrim ve yaşam için gerekli olan her şey zamanın başlangıcında oluşmamıştı. Bunlar, yıldızların nükleer fırınlarında oluştu ve onları vücudunuza almanızın tek yolu bu yıldızların patlayacak kadar kibar olmalarıydı. Yani, İsa'yı unutun. Yıldızlar sizin için öldü ve siz burada olabildiniz."

Lawrence M. Krauss

Blog single

Bu yazıyı beğendiyseniz sosyal medya hesaplarınızdan paylaşım yapabilirsiniz. Ayrıca buna benzer daha birçok yazı için Blog sayfamızı ziyaret edebilirsiniz.